VI. Mehmed olarak da bilinen Osmanlı İmparatorluğu’nun 36. ve son padişahı ve ayrıca 115. İslam halifesi olan Sultan Vahdettin, türbesi Türkiye’de olmayan tek Osmanlı padişahıdır. Yazımızla ilgisi yok ama bunu da bir araştırın bakalım! Peki Vahdettin Atatürk’e 40 bin altın verdi mi? Mustafa Kemal Paşa bazı hesaplamalara göre 6 sandık, bazı hesaplamalara göre 35 sandık altını aldı mı? İşte Vahdettin Kırk Bin Altın Yalanı ve gerçek matematik!
Cumhuriyet tarihini masa başında yeniden yazmaya çalışıp, Sultan Vahdetti’nin aslında memleketi düşünen bir padişah olduğunu vurgulayarak parlatmaya çalışan düzenbazların, kendi yalanlarını başkalarına da inandırmaya çalıştıkları doğru olmayan konulardan biri de “Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatabilmesi için Anadolu’ya giderken Vahdettin’in Atatürk’e 40 bin altın verdiği iddiasıdır“. Yani 36. ve son padişah olan Vahdettin, aslında kurtuluş savaşının başlatılmasında büyük payı var yalanı.
Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu gibi bütün Vahdettinci yazarların dört elle sarıldıkları bir yalandır. Vahdettin 40 bin altın hiç bir zaman vermedi, bu yalanla ilgili yazımıza başlayalım.
VAHDETTİN VATANSEVERDİ İDDİASI
Türkçü-Turancı dünya görüşüne sahip olan yazar Nihal Atsız, Türk Ülküsü isimli kitabının 86. sayfasında “Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir.” demiştir.
Ancak Sultan Vahdettin’in at sahibi olduğuna ilişkin en ufak bir belge veya bilgi yoktur. (Özakman, age, s.275.)
Sultan Vahdettin’in iyi bir at binicisi olduğu da yalandır. Çünkü Vahdettin’in çocukluğundan beri süre gelen sağlık sorunları bulunmaktadır. (Özakman, age, s.276.)
Vahdettin’in, Atatürk’e, 40 Bin altın verdiği iddiası, Necip Fazıl’dan, Kadir Mısıroğlu’na kadar bütün Vahdettinci yazarların dört elle sarıldıkları bir yalandır. (Kısakürek. Vatan Haini Değil. Büyük Vartan Dostu Sultan Vahdettin, s.204.)
TURGUT ÖZAKMAN HESAPLAMA YAPMIŞ
40 Bin altının nasıl taşındığı ile ilgili Turgut Özakman bir hesaplama yapmış ve Vahdettinci yazarların matematik ve fizik kurallarından da haberdar olmamalarını açıklığa kavuşturmuştur.
Turgut Özakman’ın hesabına göre 1 altın ortalama 7.6 gram olduğu varsayımına göre 40.000 altın 304 bin gram, yani 304 kilo eder.
Tabi bu altınların Atatürk tarafından kimsenin farketmeyeceği şekilde kaçırması gereklidir. İki kişinin zar zor taşıyabilmesi için maksimum her sandık 50 kilo olsa, 304 kilo altın hemen hemen 6 sandık eder. “
304 kilogram sandık dolusu altın saraydan Şişli’deki eve, Şişli’den Galata rıhtımına, rıhtımdan motora, motordan Bandırma gemisine, gemiden Samsun rıhtımına, oradan Mıntıka Palas oteline, oradan Havza’ya, Amasya’ya, Erzincan’a, Sivas’a, Erzurum’a, Kırşehir’e, Kayseri’ye, Ankara’ya nasıl taşınır? Kimler taşır? Hiç kimsenin ilgi ve merakını çekmez, biri bile ‘bunlar nedir’ diye sormaz mı?
Mesela Refet Paşa, K. Karabekir Paşa, Rauf Bey, bu esrarlı sandıklardan neden hiç söz etmiyorlar? Mustafa Kemal sandıklarda altın olduğunu arkadaşlarına söylediyse neden hiçbiri bugüne kadar bu altınlar konusuna değinmedi? Neden gerektikçe altınları harcamayıp da ona buna muhtaç oldular?” (Özakman, age. s.276.)
Atatürk ve arkadaşlarının yanında üç küçük döküntü otomobil vardır. Sadece 3-4 kişinin binebildiği bu araçlara, ayrıca özel eşyaların, tüfeklerin ve dosyaların da konulduğu düşünülecek olursa 0,3 ton (bazılarına göre 3.040 ton), yani 6 sandık altın nereye nasıl konulmuştur? (Özakman, age. s.276.)
Bandırma vapurunu arayan İngilizler bu altınları neden görememiştir? Bandırma vapurunda bulunan 23 kişiden herhangi biri ve daha sonra Kurtuluş Savaşı boyunca Atatürk’ün yanında yakında yer alan yüzlerce kişiden hiçbiri neden bu altınlardan söz etmemiştir? (Özakman, age. s.276.)
Atatürk’e verildiği iddia edilen 40.000 altın yalancı tarihçiler tarafından açık artırma misali sürekli artırılmış ve en sonunda çok uçuk bir rakama, 400.000 altına kadar çıkmıştır. Bazı düzenbaz masa başı tarihçileri ise 40.000 altın ve 360.000 kağıt lira verildiğini iddia etmektedirler. Örneğin, Şehzade Mahmut Şevket Efendi, 1967 yılında Murat Sertoğlu’na verdiği bir röportajda, Vahdettin’in Atatürk’e 400.000 altın verdiğini iddia etmiştir. (Özakman, age. s.276.)
YOK MU ARTIRAN – 35 SANDIK
Yıllarca Maliye Müfettişliği yapmış ve Maliye Bakanlığının üst düzey yönetiminde görev almış olan Alptekin Müderrisoğlu konuya şöyle açıklık getiriyor: İddia edilen 400 Bin altın 3.040 kg eder. Bu da ortalama 40’ar kiloluk sandıklarla 35 sandık altın anlamına geliyor. Özellikle savaş sırasında bu kadar yüklü miktarda para çıkışının gizli kalabilmesi mümkün değildir. Konuyla ilgili ne maliye kayıtları var, ne de gerçek tanık bulunmuyor. Mustafa Kemal Paşa’nın yanındaki silah arkadaşları bile bu 35 sandık dolusu altından bahsetmemiş.
Alptekin Müderrisoğlu şöyle devam ediyor: “İlk olarak Vahdettin’in kendi kesesinden 40.000 altın lira verecek kadar serveti yok. Büyük Zafer ve Yunanlıların denize dökülüşü sonrasında, Vahdettin uzun hazırlıklardan sonra bir İngiliz zırhlısı ile yurt dışına kaçarken, yanında götürebildiği bütün para 35.000 sterlindir. 35.000 sterlin ise o günkü kur ile 8.300 altın liranın karşılığıdır. Bunun yanında şahsına ait tüm mücevherleri de yanına almıştır. Fakat Osmanlı hazinesinden tek bir değerli taş almamıştır. Bunu belirtmekte fayda var.
VAHDETTİN’İN “BEYANNAME-İ HÜMAYUNU”
Yurtdışına kaçan Vahdettin, Türk ulusuna hitaben bir bildiri yayınlamıştır. “Şevketlü Sultan Muhammed Vahdettin Efendimiz Hazretlerinin Beyannamei Hümayunudur” başlığı altında yayınlanan bu bildiride, Türk ulusu Kurtuluş Savaşı için canını, kanını ve malını verirken, tahtını korumak amacıyla düşmanla işbirliği yapan Vahdettin’in en sonunda düşmana sığındıktan sonra padişahlıktan ve halifelikten de uzaklaştırılmasına karşın bu sıfatlara sımsıkı sarıldığı dikkati çekmektedir. Baştan sona çelişkilerle dolu bildiri, aka nasıl kara dendiğini göstermesi bakımından ibretle okunması gereken bir belgedir. (İlgililer için belirteyim ki bu beyannamenin esas müsveddesi Şeyh-ul İslâm Mustafa Sabri Efendinin hatıralarında mevcuttur. Orijinali ise oğlu İbrahim Sabri Bey’in İskenderiye’deki kütüphanesinde bulunmaktadır.)
Yurtdışına apar topar kaçan Vahdettin’in sayfalar dolusu bildirisi hem savunma hem de suçlama nitelikleri taşımaktadır. Tarihi gerçekleri saptırarak Kurtuluş Savaşı’nı nasıl desteklediğini ispata çalışırken, Kurtuluş Savaşı’nın liderler kadrosunu da suçlamaktan kaçınmamakta, özellikle Mustafa Kemal Paşa’ya ağır suçlamalarda bulunmakta ve Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin sorumlusu olarak Atatürk’ü göstermektedir. Vahdettin bildirisinde, meşrutiyet yönetimini işine geldiği gibi yorumlamakta, sanki hükümetleri iş başına getiren kendisi değilmiş gibi hataları kabinelere yüklemekte, Kurtuluş Savaşı’na yardımcı olmaya çalışan kabineleri ise kendisinin iktidara getirdiğini söylemektedir.
ATATÜRK’Ü SAMSUN’A VAHDETTİN GÖNDERDİ YALANI
Vahdettin bildirisinin bir yerinde aynen şöyle demektedir: “Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve daha sonra devlete başkaldırdığı için bastırılması için üzerine askeri kuvvet gönderilmesine gerek duyan kabinelere uymamda, sorumlu hükümet ile padişah arasındaki karşılıklı ilişkiye ait meşrutiyet yönetiminin gereklerinden ayrılmamak isteği ve bazı zorunlu nedenler rol almıştır.“
Görülüyor ki, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Anadolu’ya gönderdiği iddia eden Vahdettinci yazarları, bizzat Vahdettin kendi bildirisinde yalanlıyor. Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya kendisinin göndermediğini, O’nu Anadolu’ya göndermeye hükümetin karar verdiğini ve kendisinin bu karara meşrutiyet gereği uyduğunu belirtmektedir. Öte yandan, Milli Mücadeleyi bastırmak için Kuvayi Muhammediye ve Halife Ordusu adı altında gönderilen askeri kuvvetleri kendisinin değil hükümetin gönderdiğini, meşrutiyet yönetimi gereği hükümetin bu kararına uyduğunu söyleyerek, bu kez de Milli Mücadeleye karşı olunan ve kardeş kanı dökülmesinin suçunu hükümete yüklemeye çalışmaktadır.
VAHDETTİN YALANLARI VE KURTULUŞ SAVAŞI
Sultan Vahdetin, bildirisinin bir bölümünde ise Kurtuluş Savaşına nasıl yardımcı olduğunu şöyle anlatmaktadır: “Sorun Yunanlılarla savaş sorununa dönüştükten sonra, yenilmemek koşuluyla savaşa ben de taraftar idim ve nitekim bu duygu ile Kuvayi Milliye’ye sempati besleyen bazı kabineleri iktidara getirdim. O dönemlerde Mustafa Kemal devlete başkaldırmış ve Anadolu’da birçok ak sakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi zulümlerle ulusal görevinin sınırlarını aşarak ulusun başına dayanılmaz bir bela kesilmişti“.
Bu sözleri ile meşrutiyet yönetiminin elini kolunu bağlamadığını, istediği kabineyi iş başına getirdiğini itiraf eden Vahdettin, Milli Mücadele’ye sempati besleyen kabineleri iktidara getirerek Kurtuluş Savaşı’na katkıda bulunduğunu ispata çalışmaktadır. Bu arada Mustafa Kemal Paşa’nın ulusun başına bela kesildiğini de belirtmekten kaçınmamıştır.
BİLDİRİDE 40.000 ALTIN BAĞIŞI YOK
Vahdettin bildirisinde, Kurtuluş Savaşı’na karşı olmadığını ve elinden geldiğince zafere katkıda bulunduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Vahdettin, kendi kesesinden 40.000 altın lira vererek Mustafa Kemal Paşa’yı Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Anadolu’ya göndermiş olsaydı, bunu yurtseverliğinin en büyük delili olarak kullanırdı. Kuvayi Milliye’ye sempati besleyen kabineleri iş başına getirmekle övünen Vahdettin, kendi kesesinden verdiği 40.000 altına ek olarak bütçeden 360.000 altın ve 400.000 kağıt lira gibi çok büyük bir parayı Kurtuluş Savaşını başlatması için bela olarak vurguladığı Mustafa Kemal Paşa’ya vermiş olsaydı, bildirisinde buna dört elle sarılır, uzun bildirisinin büyük bölümünü verdiği paralara ayırırdı.
Vahdettin’in bütçesi ve altın yalanı ile ilgili bilgiler ilginizi çektiyse bu dokümanı okuyarak devam edebilirsiniz.
ATATÜRK NE KADAR PARA ALDI?
Atatürk’e Dahiliye Nezareti ödeneğinden 1000 lira ile 23 karargâh mensubunun 3 aylık maaşları, yollukları ve yüzde 50 zam verilmiştir. (özakman, age, s.279; Selek, age, s.137. Atatürk’ün imzaladığı bu 1000 liralık makbuzun klişesini, eski Dahiliye Nazırı Mehmet Ali yayınlamıştır. Ayrıca, Atatürk’ün bu paranın sarfı ile ilgili telgrafı 28 Mayıs 1919’da Vekiller Heyeti’ nde görüşülmüş, gereğine karar verilmiş, karar tutanağına yazılmış, yani devletin kayıtlarına geçmiştir. ortada gizli saklı hiçbir şey yoktur. Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, C.I, s.84.)
Ayrıca değişik ihtiyaçlar için de 25.000 lira verilmiştir. Ancak bu 25.000 lira iddiası da şimdiye kadar belgelenememiştir. (Selek, age, s.137.)
ATATÜRK’E VERİLEN PARA YETERLİ MİYDİ?
Bir milletin kaderini belirleyecek ateşi yakmak için yola çıkan Atatürk’e verilen para yeterli miydi? Atatürk ve 23 kişilik ekibine verilen paranın ne kadar yetersiz olduğunu anlamak için bir örnek verelim: 1920’de Sadrazam Damat Ferit, birkaç kişilik heyetiyle Paris Barış Görüşmeleri’ne giderken kendisine 70.000 lira verilmiştir. (inal, age, s.2059; Özakman, age, s. 278; Gökbilgin, age, CII, s.403.)
Yüce Sultan, Kurtuluş Savaşı’na sempati duyan Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’ya o kadar çok para vermiştir ki, Atatürk, Anadolu’ya geçtikten sonra büyük para sıkıntısı çekmiştir. Örneğin, Erzurum’dan Sivas’a giderken yaşanan para sıkıntısı Binbaşı Süleyman Bey’in verdiği 900 lirayla çözülmüştür. (Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.I, s.-173.)
Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri de kendi aralarında topladıkları 1000 lirayı Atatürk ve heyetine vermişlerdir. (Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara, 1964, s. 138.)
Atatürk, kendisine ayrılan üç otomobilin Anadolu’da benzini bitince İstanbul’dan (Yani Kutuluş Savaşına sempati duyanlardan) benzin istemiştir. Fakat benzin Samsuna gönderilmemiş ya da gönderilememiştir. Otomobillerin benzini Sivas-Amerikan okulunca karşılanmıştır. (Yücer, age, s.135.)
Sivas Osmanlı Bankası Müdürü’nden 1000 lira ödünç alınmıştır. Hacı Bektaş Dergâhı Şeyhi Cemalettin Efendi de Atatürk’ün heyetine bir miktar yardım yapmıştır. (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, C.I, 4.bs, istanbul, 1969, s.204.)
Atatürk ve arkadaşları Sivas’tan Ankara’ya hareket ederken tam anlamıyla “yoksulluk” içindedir. Bu yoksulluğu, Mazhar Müfit Kansu, “Bütün paramız, yol için yirmi yumurta, bir okka peynir ve on ekmeğe yettiğinden bunları aldırdık.” diyerek ifade etmiştir.
Ayrıca, aylarca sabahları bir bardak çay ile bir dilim ekmek yediklerini belirten Kansu (Kansu, age, s.449, 481, 487.), “Ekmekçilere bile verecek paramız kalmamıştı… Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafiz Bey’e müracaat ederek sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey, ‘Ocak ayı içindeyiz, ne giyeceksin?’ diye satmamakta ısrar ettiyse de ne olursa olsun kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayet onu da sattık. Kimsede satılacak bir şey kalmadı. Paşa ile bu hususta bir çare bulamayarak, ‘Hele sabah olsun’ diyerek odalarımıza çekildik. Ankara’ya geldiğimiz zaman hemen bir hafta bizi belediye besledi” diyerek yaşadıkları “yoksulluğu” gözler önüne sermiştir. (Kansu, age, s.506-508.)
Atatürk, Samsun’a çıktıktan yedi buçuk ay sonra Ankara’ya geldiğinde yaşadığı “para sıkıntısından”, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’nin Ankara tüccarından toplayıp kendisine verdiği 1000 lirayla biraz olsun kurtulmuştur. (Kansu, age, s.506-508; Selek, age, s.136,137.)
Paranın geldiği gün et ve helva ziyafeti verilmesine karar verilmiştir. Her zaman çorba içilmesine alışık olanlar, et yemeği gelince şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Atatürk, Ankara’da TBMM açılırken yeni sivil elbisesi olmadığı için Erzurum Valisi Münir Bey’in sivil elbiselerini giymiştir. Ancak elbise biraz üstünden akar gibidir. İstanbulin denilen uzun ceket biraz büyük gelmiştir, reye pantolon uzun ve iğreti durmaktadır. En kötüsü de pek sevilmeyen ciğer rengindeki festir. (Selek, age, s.40,41.)
Atatürk’ün, yeni Türkiye’nin kuruluşlunu simgeleyen TBMM’nin açılışına, “emanet” elbiseyle katılması yaşadığı ekonomik sıkıntının en açık kanıtlarından biridir. Atatürk, 3 Mayıs 1920’de Kazım Karabekir’e çektiği telgrafta “Elde beş para bulunmadığı malum-u devletleridir. Şimdilik içerde bir kaynak da bulunmuyor” demiştir. (Karabekir, istiklal Harbimiz, s.658.)
Rauf Orbay anılarında, Atatürk’ün İstanbul’dan hareketinden önce kendisine, “Para meselesini ne yapacağız? Girişeceğimiz işlerde şüphesiz ki paraya ihtiyacımız olacak. Fakat biliyorsun bende biraz para vardı, hepsini Minber (gazetesi) yuttu. Sen de benden farklı değilsin. Aylıklarımızla ne yapabiliriz” dediğini anlatmıştır. Rauf Orbay bu “para meselesini” Topçuoğlu Nazmi Bey’e açmış, Nazmi Bey de hiç tereddüt etmeden Rauf Bey’e 5000 lira vermiştir. Rauf Bey, “Biz Amasya’dan itibaren her işimizi bu para ile gördük. Bu para bitince, Sivas Kongresi’ne giderken Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti bize bin lira kadar para temin etmişti” diyerek para sıkıntısına dikkat çekmiştir. (Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, istanbul, 1965, s. 33)
Ayrıca Kılıç Ali de, Ali Galip olayında el koydukları 6000 altını Atatürk’e teslim etmiştir. Atatürk, o para yokluğunda duyduğu sevinci, “Bu çok büyük bir para. Bizimkilere öyle birdenbire söyleme yüreklerine iner!” diyerek ifade etmiştir. (Turan, age, s.219.)
Atatürk, Anadolu’da bir ara konuklarına kahve ikram edemez derecede parasız kalmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın hangi ekonomik güçlüklerle kazanıldığını görmek isteyenlerin Atatürk’ün, Sakarya Savaşı öncesinde 8 Ağustos 1921 tarihinde yayınladığı Tekalif-i Milliye Emirleri’ne bakmalarını öneriyorum: Atatürk, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için, çarıktan çoraba, iç çamaşırdan iğne ipliğe, ekmekten çiviye kadar her şeyi halktan istemiştir. (Meydan, age, s.545.)
Siz bütün bu gerçekleri bir yana bırakarak utanıp sıkılmadan hangi 40.000 altından söz ediyorsunuz? Siz bu milletle dalga mı geçiyorsunuz?
Turgut Özakman’ın dediği gibi, “İstanbul’dan o kadar altınla yola çıktılarsa neden oradan buradan yardım almak zorunda kalmışlar? Mustafa Kemal ne yaptı o kırk bin ya da yüz binlerce altını? Sakın Samsun’daki otelin bodrumuna ya da Havza’daki termal hamamın havuzunun altına gömmüş olmasın! Definecilere duyurulur!” (Özakman, age, s.280, dipnot 227.)
Atatürk Anadolu’ya giderken kendisine sadece 1000 lira verenler, Atatürk’ü yok edip Milli harekete son vermek için kurdukları Kuvayı İnzibatiye’ye tamı tamına 1.250.850 lira ödenek ayırmışlardır. (Berber, age, s.75.)
VAHDETTİN’İN İNGİLİZLERE SIĞINMASI
Vahdettinci yazarlarca, “Kurtuluş Savaşı kahramanı” olarak gösterilen Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından derin bir üzüntüye kapılmış, Türk ulusunun kazandığı bu zaferden fena halde rahatsız olmuştur. Bu öyle bir rahatsızlıktır ki, Padişah Vahdettin, yapılan tüm önerilere karşın Mustafa Kemal Atatürk’e “kutlama telgrafı” göndermeye karşı çıkmıştır. (Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal Vahdettin ve Milli Mücadele, s. 189.)
İngiliz Yüksek Komiseri Rombald, 26 Eylül 1922 tarihinde Londra’ya gönderdiği bir yazıda, “Padişah, Mustafa Kemal’e bir kutlama telgrafı göndermeye zorlandığını ama bunu reddettiğini dolaylı biçimde bilgime sunmuştur” demiştir. (FO, 37117901IE10729: Rumbold’tan Curzon a gizli ve özel mektup. İstanbul, 26.9.1922; Sonyel, age, s.191.)
Ancak yakınlarının ısrarı üzerine, “son savaşta” yaşamlarını yitirmiş olanların ruhuna Fatiha okumak amacıyla 15 Eylül 1922’de Fatih Sultan Mehmet Camii’nde yapılan dini törene katılmıştır. (İkdam, Sabah, 16.9.1922.)
TBMM, 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak, kesin zaferi perçinlemiş, dahası İstanbul, Boğazlar ve Doğu Trakya’yı savaş yapmadan kurtarmıştır. Barış görüşmelerinin İsviçre’nin Lozan şehrinde yapılmasın karar verilmiştir. O günlerde Sadrazam Tevfik Paşa’nın meşru hükümet olarak Türkiye’yi Lozan’da İstanbul Hükümeti’nin temsil edeceğini belirtmesi üzerine harekete geçen TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmıştır.
SADRAZAM DAMAT FERİT DE KAÇTI
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra Sadrazam Damat Ferit, 22 Ekim 1922’de İngiliz polislerinin koruması altında Orient Ekspresi ile Avrupa’ya kaçarak Fransa’nın Nice şehrine yerleşmiş ve İstanbul’un kurtarıldığı 6 Ekim 1923’de orada ölmüştür.
Sadrazam Tevfik Paşa, 5 Kasım 1922’de görevinden çekilerek yönetimi İstanbul’da bulunan TBMM temsilcisi Refet Paşa’ya bırakmıştır.
Damat Ferit’in ve işbirlikçilerin kaçarak İngilizlere sığınması, saltanatın kaldırılması, Tevfik Paşa’nın istifa ederek İstanbul’u TBMM temsilcisi Refet Paşa’ya bırakması, İzmit’te Ali Kemal’in linç edilmesi, İstanbul’da tramvaylara “Kahrolsun Vahdettin” yazılması ve gibi gelişmeler Padişah Vahdettin’i korkutmaya başlamıştır. (özakman, age, s.61. i)
“Büyük zafer İstanbul’da büyük şenliklerle kutlanıyordu. Halk gündüzleri meydanlara toplanıyor, her yerde heyecanlı nutuklar söyleniyordu. Padişaha karşı yer yer en ağır sözler sarf ediliyor, hakaretler yağdırılıyordu. Aynı gün kalabalık bir grup Yıldız Sarayını önüne gelerek padişahlık aleyhine gösteriler yapmıştı. Mevlit gecesi ise tramvayların üzerine tebeşirle, ‘Kahrolsun Vahdettin‘ sözleri yazılıyordu. Saraydaki görevlilerin, memurların çoğu korkudan gelmiyordu.” (Çetiner, age, s.258.)
Padişah Vahdettin Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasına ve saltanatın kaldırılmasına karşın önceleri hâlâ İngilizlerden “yardım” beklemekte, İngilizlerin Kemalistleri etkisizleştireceğini düşünmekte ve hâlâ tacını ve tahtını koruyacağını zannetmektedir. Ancak bir süre sonra tacını ve tahtını bir kenara bırakarak “canının” derdine düşmüştür.
SON İHANET
Vahdettin, 6 Kasım 1922’de İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold ve Baştercüman Ryan’ı kabul ederek onlarla uzun bir görüşme yapmıştır. Vahdettin, bu uzun görüşmenin sonunda İngiliz makamlarının yakın bir tehlike halinde şahsını korumak için her şeyi yapacaklarına dair 1920’de verdikleri sözü hatırlatmıştır. Kendisini, güvenli bir yere götürüp götüremeyeceklerini, götüreceklerse Mısır’a mı, Kıbrıs’a mı götüreceklerini sormuştur. Rumboldi Mısır’a gitmesinin imkânsız olduğunu ama geçici olarak 10-15 kişiyle birlikte her yere gidebileceğini söylemiştir. (Jaeschke, age, s.248, 249.)
VAHDETTİN GAVURDAN YARDIM DİLENDİ
Vahdettin, bu görüşmede, Bolşevik olarak tanımladığı Kemalistlerin bir azınlık oluşturduklarını, bunun bir Kemalist darbe olduğunu ve İtilaf devletlerini de ilgilendirdiğini iddia ederek, İtilaf devletlerinin Ankara hükümetinin meşruluğunu tanıyıp tanımayacaklarını, barış sonuçlanıncaya kadar Ankara Hükümeti’nin İstanbul’la ilgili iddialarını kabul edip etmeyeceklerini ve İstanbul’u sıkıyönetim altına alıp almayacaklarını sormuştur. (Jaeschke, age, s.248,249.)
Bu soruya Rumbold, İstanbul Hükümeti’nin ortadan kalkmış olduğu, İtilafların konferansta bir “güçle” görüşmeleri gerektiği; bunun da ancak Ankara yönetimi olacağı cevabını vermiştir.
Bu sırada İngilizler bir kere daha Padişah Vahdettin’i kullanmayı denemişlerdir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Ronald Lindsay, 6 Kasım 1922 kaleme aldığı bir yazıda şöyle demiştir:
“Fırsattan yararlanarak Padişaha Kıbrıs’ta siyasi barınak önersek veya ona görevinden istifa etmemesini telkin ederek, İslam ülkelerinin gözünde saygınlığımızı yükseltme olanağını incelemekte yarar olabilir. Halifenin, İngiltere tarafından Türkiye’deki ulusçulara ve cumhuriyetçilere karşı korunması, Hindistan ve öteki İslam ülkelerinde pek etkili olabilir.“
İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Crowe, bu öneriyi şöyle yorumlamıştır: “Padişaha siyasi barınak verme önerisi dikkatle incelenmelidir. Ona barınak olarak belki Hindistan’ı önerebiliriz; ama bu denli bir öneri Hindistan’da Halifeye karşı bir soğukluk yaratabilir.” (FO, 371I7912IE12647; Rum-bold’tan Curzon ayazı, 7.11.1922; Sonyel, age, s.197.)
L. Curzon da bu konuya kafa yormuştur: “Padişaha siyasi barınak veririm; ama ona bu nerede verilebilir? Lütfen bu konuyu tartışınız.” (FO, 37117910IE, 12293; Sonyel, age, s.198.)
MUSTAFA KEMAL: ‘ALLAH’IN (CC) KILICI’
Bu yazışmalardan açıkça görüldüğü gibi İngiltere, kaçacak delik arayan, kullanılmaya çok müsait bir durumda bulunan Padişah Vahdettin’i, daha doğrusu Vahdettin’in “Halifelik” yetkilerini kullanmak istemiştir. Halifenin, özellikle Hindistan’daki Müslümanların ayaklanmalarının bastırılmasında işe yarayacağını düşünen İngiliz yetkililer, bir ara ciddi ciddi Vahdettin’i Hindistan’a götürmeyi düşünmüşlerdir. Ama yine karşılarına Mustafa Kemal Atatürk çıkmıştır; çünkü biraz incelediklerinde Hindistanlı Müslümanların halifeden çok Atatürk’e bağlı olduklarını görmüşlerdir. Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanlığından dolayı Mustafa Kemal Hindistan’da, “Allah’ın kılıcı!”, “İslamın son mücahidi!” gibi adlarla anılmakta ve büyük saygı görmektedir. (Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında İslam dünyasındaki saygınlığı hakkında bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, “Bir Ömrün Öteki Hikayesi”, 3.bs, İstanbul, 2009, s.374 vd.)
Bu gerçeği, Hindistan Kral Naibi, 10 Kasım 1922’de Hindistan Bakanlığı’na bir gizli telgrafla şöyle bildirmiştir: “Padişahın halifeliği dışında, kendisi Hindistan’da pek az tanınmıştır ve Türkiye’nin işgali sırasında, onun İngilizlerin aleti olduğundan kuşkulanılmaktadır. Dolayısıyla, genel eğilime göre onun tahttan indirilmiş olması Hindistan’da ilgisizlikle karşılanmıştır. Mustafa Kemal ise ülkesinin kurtarıcısı ve İslamın şampiyonu olarak görülmektedir.” (FO, 37117913IE12699; Kral Naibinden Hindistan Bakanlığına ivedi, özel ve gizli telgraf, 10.11.1922; Sonyel, age, s.198.)
Kurtuluş için Atatürk’e bir “kutlama telgrafı” çekmeyen Vahdettin, iyice sıkışınca Atatürk’le temas kurmak istemiş ama başarılı olamamıştır. (Jaeschke, age, s.250.)
Takiye.com’u twitter ve google haberler üzerinden abone olarak takip edebilirsiniz.
TAKİYE kategorimizdeki diğer yazılar için ise buraya tıklayabilirsiniz.